22 Kasım 2015 Pazar

Uyanmak İstiyorum Bu Kabustan…?

   Çok yorgun baharlar yaşadım. Uzun, hiç geçmeyecek kış gecelerinde bir şeylerin yanlışlığıyla kaç geceyi güne bağladım. Gençtim güya. Öyle deniliyordu bizim akran grubu için. Hep umutları çaresizliklerle erteliyor, gelecek güne yinede yeniden heyecanla başlıyordum. Sonunda bedeller ödemiş, uzun yıllar yaşamış kadar kendime ağır gelir oldum.


Neydi yanlış? Yada yanlışları sorgularken yaşamayı mı atlıyordum.

Şimdi kendi kuşağımı bırakıp başka bir boyutta, başka yaşları yaşar oldum. Zordu. Ancak zorun üstesinden gelecek takatimi de kısa yaşamın uzun maratonunda kaybetmiştim. Bombalar patlıyor, bazıları sahici olan bazense şişirme. Sanki upuzun filmin hiç bitmeyen, bıktıran ama durmadan vizyona girmiş bir tekrarı gibi. Geçen yıl, bir önceki, daha daha öncekiler…

Acaba biz her yıl bu aylarda hep patlatılan şüpheli poşetlerle mi uyanacağız. Ve yine biz her yıl bu aylarda hayatımızı kabusa çeviren başka yürek burkan acılarla mı yanıp kavrulacağız.

Sorular sormayı öğrendiğimden bu yana babam benim zekamla övünür hep. Oysa gerçekte halk hep delilere özenmez mi, dünya umurunda değil diye.

Bende özenir oldum, her acının tek başına kendince yaşanmasına. Birileri şehit oluyormuş, bazılarıysa terörist. Yakınımızdaki insanlar aynı kaptan geçmişte köylü beslenme usulüyle çorba içmişken koca tepsilerden, tarlada yan yana aldığımız honlara kadar birlikte yaşamı, köylü olmanın Atatürk’ün “Köylüler memleketin efendisidir” derken şehirliye gözkırparak “Daha çok çalışsınlar diye motive ediyorum, sizin eliniz sıcaktan soğuğa değmesin” diyerek avuttuğu ortak kader sonrası gittiğimiz cenazelerde bölücü veya terör örgütü yanlısı diye nitelendiriliyorduk. Devlete ve millete yaranamadan ortada kalan yaşamımızda, durmadan sürüklenmenin, savrulmanın acısını yaşıyorduk.

Hani öykülerde bazen kahraman oluyor, kendimiz alıp sürüklüyorduk ya geri kalanı, işte kötü yazılmış bu tekstte yine zoraki diretme bir oyuncu olmuştuk.

Ben her iki tarafa da ağlayandım. Herkese yeter durun öldürmeyin demek istiyordum. Hırçınlaşınca her bahar önüne insanları katıp yutan Munzur’a “Bunları alda git arındır, akla geri getir” demek istiyordum. Gücüm yetmiyor. Diğer tüm şeylere yetmediği gibi.

İçimden öfkeleniyor, nereye haykırsam kestiremiyordum. Bildiğim tek şey varsa her ölenle bir yanım eksiliyor, insan olmanın dayanılmaz ağır utancıyla eziliyordum. Birileri durdursun istiyordum, kendi acizliğimde.

Kahvaltı haberlerinde Irak’ta intihar saldırıları, Kobane’deki vahşet haberlerine Tunceli’deki gösteriler karışırken, savaşın ağırlığıyla bizdekine konulmayan isimlerle yaşananlara kızıyor, kınıyordum.

Düşük yoğunluklu savaş diyordu birileri. Ben içinde savaş sözcüğü geçen düşük ve yüksek dozda hiçbir şeyi sevmiyordum. Uğrunda savaşacak aşklarda yaşamamıştım bu nedenle.

Düşük yoğunluklu? Ne demekti acaba? Topluca ölümler mi yoktu? Yada benim adıma birileri dilimi konuşayım istiyordu da ölüyordu…belki.

Oysa ben Türkçeyi de öğrenebilirdim içine ölüm katılmasaydı. İnsan olarak yaşamakta bana yeterdi tanıdığım babamın bizi hijyenik yetiştirmek adına görmeyelim diye kapattığı odalardan görmediğimiz ama sesini duyduğumuz ilkokulu okuma heveslisi ama köyde çok çocuklu olmanın sonucu okuyamayan dağda vurulan ilkokul arkadaşımızın ölümünü duymaktan daha zor değildi nasılsa.

Garip, çocukluğumu bile özleyemiyorum. Çünkü hatırlayabildiğim en eski öykünün bu günkü tanığı gibi çocukluğumda çatışmalı sürecin tanıklığıyla geçmişti ondan mıdır?


Hüsniye KARAKOYUN/Tunceli EMEK Gazetesi
e-mail: husniyekarakoyun@tunceliemek.com.tr

Bizi Tunceli EMEK Gazetesinin facebook sayfası (TunceliEmek), Tunceli EMEK Gazetesi Grubu (Tunceli EMEK Gazetesi) ile Twitter’dan da (@TunceliEMEK) takip edebilirsiniz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder