Binanın kapısı arkamdan ses çıkarırken irkiliyorum, bu davranış tarzı benim değil. Artık Tunceli’de dahi insanların korunma içgüdüsü, bu demir kapılara yüklenmiş. Hızlı adımlarla ilerlerken, balkondan gelen “Hocam jeepi bize mi bırakıyorsun?” cümlesine nezaketen sadece bakarak da olsa karşılık vermek üzere başımı kaldırıyorum. Biri diğerinin omzuna elini koymuş gülümsüyor, az önce evine konuk olduğum evli çift.
Arabayla yol almak gelmiyor içimden. Buza kesmiş havadan alacağım serinlik biraz iyi gelecek muhtemelen.
***
Evlilikleri bu kadar hasarlı hale getiren kısır döngüye sosyolojik bir tahlil lazım. Tuncelililerle başlayıp şehir dışına gitmelerimde tanık olduklarım ve şu meşhur TÜİK’in verileri, hızla yalnızlaşan insan topluluğuna dönüştüğümüze dair kaygılandırıyor. Nüfus olarak yaşlandığımıza ilişkin, EMEK’imizin sayfalarına yansıyan “Evlenmiyoruz, Doğurmuyoruz: İşte Sonunda Bitiyoruz” manşetine, birileri “Dersimliler bilinçli halk…” diye başlayan ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin sosyal devlet olmamasını iyi anlayan bizlerin (!) bu nedenle çocuk yapmadığımızı yazmış.
Bu her şeyi en iyi bilen tavrımız, çok bilmişliğimiz, başımıza biraz bela mıdır nedir diye keşke artık üstünde düşünsek: AZICIK!
***
Tunceli’nin doğasında insanı sarıp sarmalayan bir güzellik var. Bu nedenle bazen kente tepeden baktığım yerler vardır kendimin keşfettiği ve zaman zaman birilerini de bu güzelliğe yüreğini dönsün diye götürdüğüm. Öğlen arası bana eşlik edenlerle karşıda mezarlık, cemevi, kentin büyük bölümü, Munzur’un Pülümür suyuna karıştığı girdabıda görüp kilometrelerce seyirlik sunan tepedeyiz. Bu kent sadece karşı cinsle değil, hemcinslerinizle olurken dahi “Acaba yanlış anlaşılır mı” düşüncesiyle sizi teslim alıyor. Bunca hoyrat doğal güzelliğin orta yerine bağdaş kurup yalnızlaştırılıyoruz, aşılmaz o “başkası” her kimse onlara teslim olarak.
Dürüme sarılı üç yalnızlık servis etmişim sanki. Öğlenin güneşi mevsimine uygun davranırken, vücudu ısıran soğukta çok kıymet atfettiğim en az benim kadar çok koşuşturan ve yorulan üçlü serimizden birinin cümlesi yarıyor doğaya teslimiyetimizi…
“Aynı evde iki kişilik yalnızlık, tek kişininkinden zordur.” Meğer ben bir ara doğaya karışıp ruhen ayrılırken bu tepeden, o ara aşksızlığa sitem konu olmuş yanımdaki iki kadın arkadaşımın cümlelerine. Bu cümlesi, kısa süren evliliğini yine kısa süre önce sonlandırmasından damıttığı tecrübeydi belki.
***
Devrimcilikte herkes ile kirve, bacı, ağabey olma telkini, yıllar sonra annelerimizin evlendiğiniz ilk gece elbiselerinizi onunkinin üzerine atın ki sözünüzden çıkmasın, kedinin bacağını baştan ayır ki sonrasında korksun, nikah masasında ayağına ilk basarsan o senin sözünden çıkmaz, daha tene dokunmadan ilk gece güvercinin başını gövdesinden ayır ki gözü korksun…
Düğün dernek sırasında da “Kızımı sana veriyorum ama sahipsiz sanmayın” diyen bir güç gösterisi…
Her telkin, korku ve iktidar yarışına dair. İçinde sevmeyi, ortak paydada buluşmayı, şartlar ne olursa olsun yürütebilmeyi öğretmiyor kimse…işte ortaya böyle dramatik bir oyunun, perdeleri sürekli inik sahnelenen halinde, evlenmeyen hallerimize, evlenenlerin bir yılı dahi doldurmayan zamanda boşanmaları konuşmalara konu oluyor.
O nedenle dışarıda tanıdığınız ve çok sevdiğiniz insanların evlerine vardığınızda, karı-koca olarak sevimsizleşmelerine tanık oluyorsunuz da, “Niye her şeyi bu kadar çabuk tükettiniz” diye bağırası geliyor insanın.
Sahip olduğumuz her şeyi, bu kadar sıradanlaştırmayı kim bize öğrettiyse dönüp gelsin, sevmeyi-tutkuyla bağlanmayı, EMEK vermeyi, en kötü lafı söyleyenin en karlı olmadığını öğretsin. Yoksa, bu yalnızlık seremonisinde yüze sinen her ağırlık, giderek her çatının altında tek başına yaşlanan bireyselliğe dönüşecek.
“Hocam jeepi bize mi bırakıyorsun?” birinin ötekinin omzuna dokunduğu o sahne, bu çok sevdiğim evli iki insanın az önce “aman ha sakın evleneyim deme. Deli misin” diyen tembihi sonrasında, onlarca sözcük ve kırıp dökmelerin ardından sanki onları ortaklaştıran tek şey oldu. Acaba gerçekten bir jeep mutlulukları için yeter miydi ki? Sahip oldukları ev, (jeep olmasada) arabaları, oğulları, işleri ve işletmesi olan bu insanları…? Sahip oldukları bunca şey silikleşmişken, gerçekte ne mutlu ederdi ki?
Kadının ekonomik bağımsızlığı, eşitlik safsatalarında durmadan kaybediyor kadınlar ve erkekler…Silkinip, nikahtaki “İyi günde kötü günde…” akdine uygun davranmazsa o bağımsız (?) kadınlar ve erkekler, kazananı olmayan bu oyunda, duvardibi yalnızlıktır hepimizi bekleyen.
Hüsniye KARAKOYUN
husniyekarakoyun@tunceliemek.com.tr
Bizi, Tunceli EMEK Gazetesinin facebook sayfaları olan (TunceliEmek veya Tunceli EMEK Gazetesi), (Tunceli EMEK Gazetesi)grubu ile Twitter’dan da (@TunceliEMEK) takip edebilirsiniz…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder