21 Kasım 2015 Cumartesi

Söyleyecek Sözüm Var…

Bu gazete 10. Yaşını kutlayacak bugün. Yaşadıklarınız EMEK’le harmanlanmışsa yorucu, yazılanlar birilerine dokunduğu için nasırına basılanlar kendindeki eksikliği düzeltmek yerine çirkinleşmişse, küçük kentte sorunlar boyunu aşmışken susup durmamış, suya sabuna dokunma! telkinine yenik düşmemişseniz, mutlak on yıl uzun bir süredir. Kaldı ki, yaşam insana bahşedilmiş en değerli şeyken vede zamanı en azından ben çok fazla önemserken, on yıl daha bir kıymetli.
Madem bu gazete meşakkatli süreçlerden geçti ve madem her başarısında başarısızlığının iç acısını bu gazeteyi hedef haline getirerek bastırmak istedi üç-beş zavallı, daha da önemlisi her yazılanın ardında ben arandım, uğrunda sürgünler yedim, 10. Gurur yılında söyleyecek sözüm olmalı diyorum. Beceremeyeceğim göreceksiniz. Yine de tüm acemiliklerimle deneyeceğim, bu gazeteyi bugünlere taşıyan yüreği güzel çoğunluğun hoşgörüsüne sığınarak.

***
Okulda öğretmenler bize sol avucunuzu kapatın, işte yüreğinizin büyüklüğü bu kadardır diye öğretirler. Çocukluğumda bu sol avuç kadar yüreğe itiraz etmiştim. Yaşadığım her an, bu itirazımın haklılığına daha çok inanır oldum. Ben yüreğimin büyüklüğünün ebadı olmadığına inandım hep. Cesurluğun ve cesaretin sonradan öğretilmiş bir öğreti mi yoksa doğuştan mı geldiği üzerine çokça kitaplar karıştırdıysam da, net bir sonuca ulaşamadığımı belirtmeliyim. Ancak yüreğimin ve hayatta kapladığım alanın çok daha büyük olduğundan eminim.
Tunceli küçük. Yüreği güzel binlerce insana inat, ön yüzde çokça görünen bazı şarlatanlar bu güzelliği perdelediğinden, konuştuğunuz herkeste adeta dedikodusunun yapıldığına dair mutsuzluğuna tanık olursunuz. Ben üretenin, düşünenin, sorgulayanın konuşulmasını olağan kabul edenlerdenim. Bu nedenle bu kente geldiğimden bu yana, bazen satırarasına sıkıştırılmış duyumları sadece dinlemeyi yeğliyor, yanıt dahi vermiyorum. Zira Mevlana’nın “Lakin biri konuştuğunda bir lafa bakarım laf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye.” Cümlesini düstur edindim.
Bu yazı daha en başından özür ve beceriksizlik itirafıyla başladığından kimsenin büyük beklentisi yoktur kuşkusuz.
Zaten yakın zamanda bu gazetede bir köşeyle sizlere ulaşacak yazdıklarım. Çünkü yazmayı hep çok sevdim. Belki konuşamadığımdan yazmaya sığınıyorum.
On yılı özetlemek gerekecek belki ama bunu yapmayacağım. Nitekim 2012’de 9. Yılda gazetenin kuruluşundan o güne kadar geçen süre özetlenmişti. (www.tunceliemek.com.tr internet sayfasında http://www.tunceliemek.com.tr/haberdetay.asp?bolum=5151&uyeid=0 linkinden okuma imkanınız var) Gerçi o yazıda da “Terzi Söküğünü Dikemez” özlü sözüyle yazının istenen tadı veremeyeceğine vurgu yapılmıştı.

Ne Taraf Olduklarını Bilmeyenlerin Bir Taraf Yapma Çabası

Vali Mustafa Taşkesen beni Kütahya’nın Simav İlçesi Dağardı Köyüne sürgün ettiğinde, buradan sürgün edip tek tek görevine mahkeme kararlarıyla geri dönen diğer tüm kamu görevlileri gibi bana da bir hikaye derlemişti bağlı olduğum Bakanlık nezdinde. Nitekim Milli Eğitim Bakanlığı Personel Genel Müdürüne gidip dosyamı görmek istediğimde tarihin belki benim açımdan kaydedeceği en tuhaf anları yaşamıştım.
Bakanlık 16 yıllık bir öğretmenini sürgün ederken, elinde bir dosyası dahi yoktu. Üstelik 16 yılda TAKDİRNAME, TEŞEKKÜRNAMElerim ile 6 yıllık sicil notundan ötürü KADEME İLERLEMESİ almış, girdiğim sınavı kazandığımdan UZMAN ÖĞRETMEN olduğum halde ve daha da önemlisi zorunlu hizmetin 3 yıl olduğu dönemde Güneydoğu’da 6 YIL görev yapmışken, sürgün gibi bir devlet memurunun hayatında ciddi travma yaratacak bir uygulamaya maruz kalan biri için Bakanlığa bir dosya dahi gönderilmemişti.
O dönemde Karakoçanlı olan Personel Genel Müdürü benim ısrarlarımda baktırdığı dosyanın Bakanlığa gelmediğini öğrenince Tunceli Milli Eğitim Müdürlüğünü arattırmış ve dosyanın hala gönderilmediğini öğrenmişti. “Peki biz neye istinaden bu öğretmeni sürgün ettik?” diyerek öfkeyle ayağa kalkıp personeline bağırınca, ben dikkatle yüzüne bakmış sorusunu yinelemiştim “Siz beni neye istinaden sürgün ettiniz?” Soruya aldığım yanıt, hayatta insanların belki makam ve mevkilerinin hiçte öyle abartılmaması gerektiğini, kendini korumak adına düştükleri içler acısı halin en çarpıcı göstergesiydi: “Ya öğretmenim Vali Bey gelip bu öğretmen terör örgütü yanlısı haberler yapıyor, dedi diye il dışı görev yeri değişikliğini hemen onayladım.”demişti.
Ben ve terör örgütü yanlısı haber yapmak…?
Tarih cesurları ve sünepeleri hep aynı potada harmanlıyor. Ancak hatırlarken her ikisini aynı saygınlıkla yad etmiyor.
Vali beni kendi deyimleriyle “terör örgütü yanlısı” haber yapıyor gösterip sürgünü Ankara’da sahneletirken, Tunceli’de çok sayıda kişinin sürgünü için yapılan gösteride benim adım sendika üyesi olmadığım gerekçesiyle okunmamıştı. Üstelik o sendikalar ki kendi seslerini bu gazete sayesinde yüzlerce kez duyurabilmişti.
Daha da garip olan, 2006 yılında dönemin Valisi Mustafa Erkal tarafından sürgün edilen 6 öğretmene ilişkin ben yerel basının çok daha etkin olması halinde bunun önüne geçilebileceğini düşünüp kendimi hedef haline getirmek pahasına içlerinden o dönem Eğitim-Sen Tunceli Şube Başkanı olan ve kendisi de sürgüne maruz kalmış M. Hanifi Bekmezci ile yapılan söyleşilerin altına imza koyup duyurmaya çalışırken, 2011 yılında kendi sürgünüme imza atanlardan birinin Hanifi Bekmezci olduğunu öğrenmenin en derin acısını yaşadım.
Bugün cezaevinde olan Bekmezci, buradan tereddüt etmeden açıklamalıyım ki yardımıma ihtiyaç duyarsa şayet, aynı 2006 yılında olduğu gibi tereddütsüz, kırgınlığıma yenik düşmeden, kendisine katkı sunacağımı bilmeli.
Hayatım boyunca, ölüm, öldürme, kin, nefret, kınama gibi sözcükleri sevmedim. Gerekçesi ne olursa olsun, öldüren taraf kimse, yanında olmayı da sevmedim. Çatışmalı sürece ilişkin, bu nedenle ben her tarafın ölümüne üzülen, ağlayanlardanım. Valinin can havliyle beni böyle gösterme çabasına ancak acıyla gülebilirim.
Savaşın bile bir ahlakı olmalı. Ben Sayın Vali Mustafa Taşkesen’e dair düşüncelerimi yazıp kendisine ulaştırmış, bunları mahkeme tutanaklarına da ilerde muhakkak yazılacak kitaplarda yer verilmek üzere ölümsüzleştirmişken, şimdi yeniden yazmak niyetinde değilim.
Ancak daha sonra Bakanlığın istemesi üzerine gönderilen dava dosyasında Vali Taşkesen’in; beni tanımadığını ancak Tunceli EMEK Gazetesinin önünden minibüsle geçerken beni büroda çalışırken gördüğünü (beni tanımıyor ama çalışanın ben olduğumu biliyor?) Ar-Ge’de görevlendirilen Öğretmen Neslihan Toprakçı ile TKY’de görevli Barış Can, Karayolları Şube Şefi Aydoğan Ergün, Tunceli EMEK Gazetesini Vurucu Kobra adıyla internetten tehdit ederken tespit edilip mahkemece cezalandırılan dönemin MEM Şube Müdür Vekili Süleyman Çakmak, Tunceli Valiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü Elif Polat’ın ifadeleriyle ortaya karışık bir şeyler derlenip toparlanmış gönderilmişti.
Bu sürece dair ilerleyen zamanlarda belki yeni bir şeyler yazılabilir.
Ancak ben Vali Taşkesen’in sürgün edip kısa süre önce görevine iade edilen Tunceli İl Özel İdaresi Genel Sekreter Yardımcısı ve öncesinde hışmına uğrayan çok sayıdaki diğer kamu görevlilerinin dillendirdiği gibi öfkeli değilim. Kendisine onların söylemine yansıyan haliyle bedduada etmiyorum.
Aksine teşekkür edeceğim birkaç isim var. Onlardan biri de Vali Taşkesen.
Teşekkürün ilk kahramanı Elif Polat. Tunceli Valiliği Basın ve Halkla İlişkiler Müdürü Elif Polat, belki üç-beş sayı çıkıp kapanacakken haftalık başlayan bu gazete serüveninde bugün sahip olduğu tüm büyümesini ona borçlu.
Gazeteye her yaptırımı, haksızlığı, bu gazetede büyüme azmi yarattı. Resmi ilanları düşürmek için Tunceli EMEK’e her yıl farklı senaryo hazırlayan Polat’a dair Basın İlan Kurumundan bu yıl gelen raporlar aslında yanlı tutumuna, görevi kötüye kullanmasına bir kanıt. Üç gazeteyle eşit mesafede durmayı başaramamış, adil ve adaletli olamamışlığı artık bu raporla belgelenmişken, olması gereken ya kendisinin hemen o görevden ayrılması yada Sayın Vali Hakan Yusuf Güner’in O’nu bu görevden almasıyken, bu sürecin sonunda doğru bir karar beklentimizi koruyoruz.
İkinci teşekkürümü Vali Mustafa Taşkesen’e buradan yapmış olayım. İnsanlara dair çevreme daha dikkatli bakmamı sağladığı için.
Bir de hakiki teşekkürü hak edenler var ki o da bu satırları okuyan gerçek dostlarımız olan büyük çoğunluk sizlersiniz. Yazının bir yerinde söylemiştim, bu kentin en büyük talihsizliği; yüreği güzel binlerce insanın ön tarafta duran ve tüm bunları perdeleyen birkaç yüzsüze yenik düşmesidir.
Yazdıklarım; onlara da, önünde saygıyla eğildiğim çok sayıda dost olarak adlettiklerime de ulaşacak biliyorum. İşte o dost yüreklerin önünde saygıyla eğilirken, diğerlerine söyleyecek söze gerek duymuyorum. Çünkü denir ki “Bir yalancıya en büyük ceza, kimsenin kendisine inanmaması değil, kendisinin kimseye güvenmemesidir.”
Ait oldukları yer, onlara en büyük cezayken, söylenerek dahi heba edilecek söze gerek var mı?

                husniyekarakoyun@tunceliemek.com.tr

Bizi Tunceli EMEK Gazetesinin facebook sayfası (TunceliEmek), Tunceli EMEK Gazetesi Grubu (Tunceli EMEK Gazetesi) ile Twitter’dan da (@TunceliEMEK) takip edebilirsiniz...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder