2 Eylül 2018 Pazar

Biz kimiz?


Hüsniye KARAKOYUN

Aldığımız kültür ve yaşadıklarımız; bazılarımızı cengaver, bazılarımızı içine kapanık hale getirir. Tunceli Belediye Başkan Yardımcısı Sayın Sami Doğan ile bir söyleşi gerçekleştiriyoruz. Anlatımlar çok keyifli. Benim gibi estetik merakı olan, gittiği bir şehir yahut ülkede mağazaların vitrinleri yerine tarihi mekanları, estetikle harmanlanmış binaları, köprüleri inceleyen biri için “Yaradanın hayata en büyük armağanı” diye nitelendirdiğim Tunceli, ne yazık ki geçmişten günümüze hem seçilen yerel yöneticiler hem atanan mülki amirlerden hak ettiği hizmetleri alamadı.

Seçenler de neyi niye seçtiğini sorgulamayınca, seçim zamanlarında kimse vaatlerde bulunmaya gerek görmedi. Elimizi tutanlar Düzgün Baba hatrına oy istedi. Verdik oyu niyaz niyetine, olan bu kentte yaşayan bize oldu.

Geçtiğimiz yıl Tunceli’ye vali olarak atanan Sayın Tuncay Sonel ile başlayan çeşitli çalışmalar var. Yeraltı çarşısına girmek neredeyse mümkün değildi çünkü tavanı akıyordu ve buradaki esnaf kovalarla suları boşaltıyordu.

Yine defalarca yazmış ve bir koordinasyon toplantısında Karayolları 8. Bölge Müdürüne de sitemimizi yöneltmiştik; orta refüjleri yeşillendirin diye. Aslında kent estetiğinin yaratıcısı yerel yönetimlerdir. 2 kilometrelik orta refüjler, ortada kaldı diye manşet atmak zorunda kaldık. Oysa biz belediyeye, verin gazete olarak peyzaj mimarlarıyla tasarlayıp çiçek ekelim, sizde sulamasını yapın demiştik. Tek isteğimiz vardı, yolun başına ve sonuna “Bu alan Tunceli EMEK Gazetesi tarafından düzenlenmiştir” diye yazmak. İneklerden koruyamayız, diğerleri tepki gösterebilir demişlerdi. Oysa çalıştığınızda herkesten kabul görmeyi beklemek, ilerlemenizi de engeller. Tarih cesurları, aykırıları, günün rutininin içinden sıyrılıp farklı söylemler geliştirenleri kaydediyor. Galileo, Einstein, Mandela, Kadın Filozof Krotonlu Theano’nın adının bugün hala biliniyor olması, o günkü aykırılıkları değil mi?

Herkes gibi olmak, tepkileri göze alamamak sıradanlığın göstergesi.

İşte bu aykırılıkta yöneticiler düşüm vardı hep benim. Bir parça aykırı, delişmen, kendi doğruları olan ve bunu başkalarının düşüncelerini de dinleyerek harmanlayıp ilerleyen yöneticilerin ancak kenti değiştirip dönüştüreceğine inandım hep. Bir kesimi çevresine alan yöneticiler ne yazık ki halktan kopup kendi içlerine yöneliyor. Sonrası sevimsizleşmek ve kayboluş.

Bugün için belediyenin kayyum olarak bu kadar şeyi yapması çok keyifli olsa da, burukluğumuz da büyük kendi namıma. Ben kayyumun değil, bu kentin seçtiklerinin çiçek, böcek, barınak, köprü, ışıklandırma yaptığı zamanlar olsun isterdim.

Bugün Tunceli Valisi Tuncay Sonel’in uyguladığı bazı projelerini bu ülkenin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan aldı uygulamaya başladı. Hatırlarsınız Tunceli’deki bir grup muhtarı Sonel yurtdışına göndermişti.

Başlatılan bu ilklerden hareketle, Tunceli Valisi’nin aykırılıkları, yürüdüğü yoldaki kararlılığını cemevleri için göstermesini istiyoruz. Yanına aldığı Urfalı Sami Doğan’ın Tuncelililere ve kente hizmetteki anlatımlarından anladığımız heveskarlığını, bu alana da yaymaları beklentimiz var.
 Babamı kaybettiğim zaman cemevlerinin bu kent için önemini kavradığımı itiraf etmeliyim. Eskiden insanlar öldüğü gün gömülürdü, ceset kokar ve ya yaz sıcağında çürür diye. Şimdi cemevleri bu soruna neşter vurdu. Oysa sorunları var, beklentileri ise sınırlı. Düzenli bir kişinin istihdam edilmesi. Elektrik, ısınma gibi temel ihtiyaçları için yıllık kendilerine bir bütçe ayrılması. Her ihtiyaçları için gidip birilerinin karşısında eğilmek sevimsiz çünkü. Bugün cemevlerinin tamamının yöneticileri buna mahkum edilmiş durumda.

Bazı sorular vardır, can acıtır. Yanıtını almak istemezsiniz diye sormak da istemezsiniz. Üvey evlat muamelesi gördüğünüzü düşündüğünüzde, kimeyse bu düşünce yöneltilmişliği, duygularınızdaki mesafe genişler. Makas açıldıkça, öfkelenir, hırslanırsınız ve diliniz bozulur. Bu duygusal bozulmuşluk beden dilinize de yansır.

Her ay vergi ödüyoruz. İlçe müftülerinin dahi makam arabası ve kendilerine şoför tahsis edildiği bir ülkede, “Hepimiz kardeşiz” türküsü söylememiz isteniyor.

Eşit kardeşlik istiyoruz, üvey kardeşlerin ruh hali hepimizce malum.

O halde şimdi çözüm vakti. Ağlamaktan, gerilmekten, sorun aktarıp sesimizin beden duvarımıza çarpıp geri dönmesinden yorulduk. Artık birbirimizi yormayalım olur mu?

14 yıllık dostluğun hatrına yollardaydım


Yüreği güzel insanlar var şu dünyada. Varlıkları sadece aileleri için değil, doğaya armağandır aslında. Karşılaşmalar işte bu nedenle kıymetlidir. Takdir ketumu, nefret hoyratı atalarımıza inat, tüm yetiştirilmişlik kabullerini ters-düz eden söylemlerim oldu çoğunlukla. İyiye dair olanları dillendirdiğimde, iyiliklerin artacağı kanaatim de hatırladığım en eski huyumdu belki. Bu nedenle takdiri tenkitin önüne koydum hep.
Gaziantep yolundayım. Aracın navigasyonu ile ulaşmaya çalıştığım, 14 yıl önce EMEK’imizin kurulmasıyla kendisini tanıdığımız, aslında uzaklardan dostluğunu hep duyumsadığımız matbaa malzemeleri de satan ve kentin en büyük matbaasına da sahip Sayın Mustafa Karabaş’ın oğlunun düğünüydü.
Karabaş Ailesi oğlu Doğan’ı Akıncı Ailesinin kızları Gülşen ile kuracakları yuvalarına evlilikle uğurlarken, bu mutluluğa ortak olmak üzere davet edilmiştim. 484 km’lik yol zaman zaman Elazığ’ın Palu ilçesi güzergahından sarp yollar ve dik güzergahlardan Maden ilçesine doğru ulaştırsa da, devamında geçilen güzergahlar Güneydoğu’nun ovayı andıran düz alanlara kurulu diğer illeri oluyor. Diyarbakır’ın Ergani ilçesi ile başlıyor düz arazi yapısı. Ardından Urfa-Siverek ve önce ilçesi Nizip’e ulaştığım Gaziantep’in bu ilçesi ile başlıyor yolun sağıyla solunda ormanı andıran fıstık ile zeytin ağaçları.
Her seyahat, yeni öyküleri tanımak da demek. İşte bende gittiğim gün yaklaşık 2 saat sonra katıldığım düğünün gecenin ilerleyen saatlerinde bitmesiyle sonraki günü kenti tanımaya ayırıyorum. Birkaç saate sığdırdığım bu kent gezmesinde, okuduğumuz o meşhur Antep mutfağını besleyen Baharatçılar Çarşısını, kentin geçmişinden süzülüp gelen ancak giderek eskisi kadar rağbet görmeyen Bakırcılar Çarşısını geziyorum. Sohbette; İstanbul Taksim ile özdeşleştirilen Gaziler Caddesi, Tahtani Camii, Rahmibey Konağı, Kaleoğlu Mağarası ile Antep Kalesi de gezilen yerler arasındaydı.
Gaziantep kebapları ve baklavasıyla ünlenen bir şehir olunca, “Antep Kebapları” diye şiirle duruma dikkat çekilmiş.
Daha önce yenilen baklavaları unutun bu kente gidip iyi bir yerde baklava yiyecekseniz. Ben gibi çok tatlı sevmeyen birinin dahi lezzetine hayran kaldığı Antep Baklavası ve kebabına sizi iştahlandırarak, bir parça gezme hevesinizi harladıktan sonra, bu bir gezi-gözlem yazısıyken, kentin en önem verdiği Antep Kalesinin hemen yanıbaşında yer alan müzenin girişindeki Şahin Bey anıtı ile kısa bir Gaziantep tarihi, adının anlamı ve kentin en eski yerleşim yerine de adını veren Şahinbey’in kim olduğunu da sizinle paylaştıktan sonra, bir gün sonra sizi çekebildiğimiz fotoğraflar eşliğinde Mardin’i gezdireceğim.
Gaziantep sokaklarında dolaşırken, hala Osmanlı dönemini canlandıran şerbetçiler dolaşır. Zaman zaman Osmanlı dönemi kıyafetler giyen şerbetçilerin elinden içtiğiniz Meyankökü, Vişne ve ya Osmanlı şerbetinin yanısıra, Şahinbeyin en işlek Caddesi olan Gaziler Caddesinde şerbetçi heykelinin ucundaki musluktan su da içebilirsiniz.
Giyim eşyalarının fiyatlarındaki ucuzluk dikkat çekerken, bunun kentteki zanaatkar ve çalışkanlıktan kaynaklandığına dair bir çıkarsamada bulunuyorum.

Şimdi Gaziantep adı ve kısa tarihi:
Gaziantep Valiliği’nin resmi web sayfasında yer alan bilgiye göre; Şehir, Cumhuriyet öncesi yıllara kadar Ayıntap (Ayıntab) adıyla anıla gelmiştir. Bu adın benzerine ilk kez Haçlı Seferlerine ilişkin kroniklerde rastlanır. Urfalı Mateos ve Papaz Griro’nun, 1124-1155 yılları arasındaki seferlerde, Arapların Ayıntab adını verdikleri şehirden Hantap (Hamptan) diye söz ettiği anlatılmaktadır.
Arapça “parlak pınar” anlamına gelen Ayıntab, Ermeni kaynaklarında Anthapt olarak geçer. Gaziantepli tarihçi Bedrüddin AYNİ’nin ifadesiyle Antep’in eski adı “Kala-i Füsus”dur. Kala-i Füsus “Yüzük Kalesi” demektir. Bedrüddin AYNİ’ye izafe edilen rivayete göre, buranın kötü bir hakimi varmış. Birçok uygunsuz işler yaptıktan sonra ettiklerine pişman olmuş ve tövbe etmiştir. Adı Ayni olduğundan, halk “Ayni tövbe etti” demiştir. Bundan ötürü şehrin adı “Ayni Tövbe” Aynitap olarak kalmıştır.

Bir diğer rivayette ise; AYINTAP adını, suyunun güzelliğinden ve bolluğundan dolayı aldığı söylenmektedir. Zira, “ayın” pınar, kaynak, suyun gözü anlamına gelmektedir. Dolayısıyla “tab” güzel pınar ve güzel kaynak manasını ifade etmektedir. Yine “Ayıntap” adındaki, “tab” güç ve takat anlamına gelmektedir. Şehre suyunun bolluğundan dolayı da bu ismin verildiği söylenmektedir.

İslam egemenliği sonrasında Ayıntab adı giderek Ayıntap’a dönüşmüştür. Fransız kuvvetlerine karşı şehrin savunmasını bu uğurda verdiği 6317 şehide rağmen yılmadan, cesaretle sürdürmesi ve eşsiz bir direniş göstermesi nedeniyle 6 Şubat 1921 tarihinde TBMM tarafından “gazilik” unvanına layık görüldüğünden “Gaziayıntab” olmuştur.
1928 yılında ise şehrin adı GAZİANTEP olarak değiştirilmiştir.

Şahinbey Kimdir?

Gaziantep'in ve şehrin düşmana karşı savunmasında simge isimlerden olan Şahin Bey lakaplı Mehmet Sait 1877 yılında Gaziantep'te doğdu. Henüz 22 yaşında ilk defa Yemen'e asker olarak gitti ve Yemen'de başçavuş rütbesine kadar yükseldi.

1911 yılında da Trablusgarp Savaşı'na gönüllü olarak katılım sağladı ve ardından Balkan Savaşları dahilinde Çatalca Cephesi'nde görev yaptı. Birinci Dünya Savaşı'ndan önce Galiçya Cephesi'nde, 1917 yılında da Sina Cephesi'nde bulundu.
Askeri başarılarından ötürü Mülazımı Sani rütbesini hak eden Şahin Bey, 1918 yılında İngiliz askerlerine esir düştü ancak 1919 yılı sonlarına kadar süren esareti Mondros Ateşkes Antlaşması dahilinde sonlandı ve serbest bırakıldı.
1919 yılında Harbiye Nezareti tarafından Birecik Askerlik Şubesi Başkanlığı'na getirilen Şahin Bey, ardından Antep Heyet-i Merkeziyesi'ne başvurdu ve heyet, Şahin Bey'i Kilis-Antep yolu Kuva-yi Milliye komutanlığına atadı.

Tarihi kitaplara göre; Kilis-Antep yolunun savunmasını üstlenen Şahin Bey, 1920 yılı başlarından itibaren Fransız kuvvetlerine karşı mücadele etti. Şubat ve Mart aylarında Fransızların Antep'e askeri sevkiyatlarını engelleyen Şahin Bey, bu güçlerin geri çekilmesini sağladı.
24 Mart'ta kalabalık bir Fransız gücü Urfa'ya doğru harekata geçti ve Fransızların takviye birlik alması sonucunda geri çekilmek zorunda kaldı. 28 Mart'ta kendi komutasında bulunan birlikler tarafından savunulan Elmalı köprüsünde meydana gelen çarpışmada hayatını kaybetti.
Şahin Bey lakabı, Urya yolunda gösterdiği üstün başarıdan dolayı takılmıştır ve Antep Savunması'nda üstün fayda sağladığı için Şahin Bey'in anısına Antep'te Şahinbey ilçesine adı verilmiştir. Hayatını kaybettiği Gaziantep- Kilis karayolu üzerinde kendisi için anıt mezar yaptırılmıştır.

Hüsniye KARAKOYUN/Tunceli EMEK Gazetesi

8 Temmuz 2018 Pazar

Na-Sanal Hallerimiz…!

tunceliemek@yahoo.com
Yüzü ve bir parça açık göğsü, göğsünde birleştirilmiş elleri, ellerinin arasında yüzüne doğru uzanan bir gül var. 

Fotoğrafta bir gariplik var diye düşünüp yüzü neden bu kadar solgun diye geçerken aklımdan, üst kısmındaki cümleye kayıyor gözlerim. “Annemi kaybettik az önce…”


Sonrasında da muhtemelen birkaç dizeden oluşan şiir var. Ama benim yüreğim gerisini kaldırmıyor, fotoğrafa bir kez daha istemeden de olsa bakıyorum. Paylaşılan ölü bir kadın fotoğrafıymış. Yani diğer söylenişiyle: ceset. 

Paylaşan ise bir kadın. Ölülerin çenesi bağlanır diye duyardık. İkinci bakmamda görüyorum ki kadının çenesi de bağlanmış kırmızı bir bezle. 
“Annem öldü az önce…”

Kurması bu  kadar kolay bir cümle miydi ki bu?

Birkaç beğeni, birkaç yorum alabilme çabası mıdır bu cümleyi bu denli kolay kurdurup, az önce ölen annenin cesedini paylaşacak kadar bizi dirayetli yapan (?)

“Annem öldü” sözcüğü ve üstelik bu durum az önce gerçekleşmişse, klavyeye dokunabilir miydi ki parmaklar, yazabilir miydi ki bir şeyler insan. Sözcük var mıydı ki bu durumu karşılayan. 

Ölüm elbet kanıksanırdı bir süre sonra, yaşam devam ederdi mutlak, ama az önceyse bu ölüm, sevdiği çekip gittiyse ebediyyen, az önceyse yaşanan, bu kadar kolay mı atlatılırdı ki?

Sorular, sorular, sorular…

Neyi yitiriyoruz bu sanal dünyayla? Nelere mal oluyor bu “Beğen” “Paylaş” butonlarıyla “Yorum”lar…
Video çekip yayınlama isteği o anı yaşamaktan, internette kusursuz eş ararken yanıbaşımızdan olmaktan, başkalarının gezdiği diyarları izleyerek, yediğine bakıp kendi iç dünyamızda konuşmaktan pek zevk alır hallerimiz olmalı ki, gezdiği ülkeleri, yediğini, içtiğini fotoğraflayıp paylaşanların takipçileri hayli fazla oluyor.

Yapamadıklarımız, gezmeyip ertelediklerimiz, cesaretsizliğimiz, mazeretlerimiz, sıkışıp kalmış hallerimizden sonra gitmeleri cesurluk olarak görüyoruz muhtemelen. 

Tıpkı modadaki başlangıca dönmek gibi, İspanyol ile başlayıp dar paça ve ispanyolla yol alan hallerimiz gibi, bir gün hepimiz cep telefonlarını atıp, sosyal medya hesaplarımızı kapatıp, başım kulağım rahat hallerine döner miyiz?

Zor gibi…Tıpkı giderek paylaşımda ne fark yaratsam diye düşülen komik haller gibi.

Demek ki şimdi büzüşen dudaklar, ojeli tırnaklar, bacak arasından doğan güneş, yenilen yemek, hangi kafede olduğumuz, alçıda bacak, ameliyat sonrası tamponlu burun paylaşımlarını da iyiye dair haneye çentik düşüp, “Allah beterinden saklasın” temennisiyle sanal dünyada uğradığımız bu nahoş hallerimizden sonra, dileyelim bir süre sonra bu durum bizi asosyal birer silüete dönüştürmesin…

1 Mayıs 2017 Pazartesi

Bugün bir parça delirsek...!

Bugün bir parça delirsek...!


Çekiyor yüreğimiz bizi dara. Kimi zaman yamacına bağdaş kurup, “Yok mutlaka bize bir diyeceği olacak” iç geçirmeleri eşliğinde duruyoruz ama nafile, olmuyor.
Beklenti işte. Topluyoruz hayal kırıklığını, umudu bir başka bahara saklayarak yol almalarımız başlıyor yeniden.
Bayramlarımız var: Kurban Bayramı, Ramazan (Şeker) Bayramı, daha adıyla ortaklaşamadığımız Nevruz ya da Newroz Bayramı, İşçi-EMEKçi Bayramı, Zafer Bayramı, Çocuk Bayramı, Gençlik Bayramı, Cumhuriyet Bayramı…
En güzel olan, diyetisyenlere, beslenmemizin içine edenlere göre sakıncalı olsa da seceresi, bazıları da Ramazan Bayramı bu, ne şekeri diye itiraz etse de ben en çok adından mıdır nedir Şeker Bayramını sevdim hep.
Bayram ya, bir de tat varsa içinde, varsın şeker sağlığa zararlı olsun.
En son zaten kim düşündü ki sağlığımızı? Ruhumuz dumura uğrarken, baharın müjdecisi çiçekten alırken adını, cemre her bir tarafa düşüp en son baharı müjdeleyeceği sırada, toprak ana bağrı gibi sererken kendisini insanoğlunun emrine, biri ne olur artık bizi düşünsün bu Nevruz ya da Newroz’da…!
“Bugün bayram, erken kalkın çocuklar” diyordu kendisi de toprakla buluşmuş olan Barış Manço.
Kar ve boranla özdeşleşmiş 1 Şubat günü ve 1999 yılında çocuklara kah çağrı, kah onlarla program yapan Manço, ayrılmıştı bu diyardan ve toprak anaya sığınmıştı.
Şimdi bugün bayram ya hani, keşke giysek en güzel giysilerimizi, çıksak sokaklara ve “Bugün bayram diye erken kalktık ey millet” diye haykırsak.
Sancımasa sol yanımız, ruhumuz acımasa mesela…
Gülsek ağız dolusu. Artık beklemesek 17 Nisanları, birkaç yılda bir “Mart”ları kabusa çeviren seçim zamanlarını…
Ne var ki, birilerini seçmek neden kabusa dönüşsün ki?
Niye her seçim kasvetini bir başka seçimle adeta ortaklaştırıp hep üzülen, kahrolan, bekleyen, daralan, boğulan oluyoruz ki?
Tunceli’de mesela, neden her güne gözaltı, tutuklamalarla uyanıyoruz ki?
İçeri giren her insanla, başkalarına yaşam alanı hiç açtık mı ki?
Can acıtmanın cana iyi geldiğini kim öğretti ve söyledi ki bize?
Başkası mutsuzsa, mutlu olmanın formülünü kim bulduysa paylaşsın o zaman bizimle…
Ben çünkü, neredeyse doğduğumdan bu yana hep inşallah temennisiyle bir şeyleri beklediğimi hatırlıyorum.
Gelip geçmesini beklediğimin nevii değişiyor ama ben ve çevremdekilerin temennileri hep aynı…
Bugün bayram. Nevruz ya da Newroz, ne önemi var ki adının. Adı bayram ve baharı muştuluyor.
Bugün gülmek serbest olsa bari…Ağız dolusu gülmek mesela…
İyisi mi bari bir deneyelim, belki iyi gelir. Ya da belki şakacıktan bu gülmelerimiz gerçeğe dönüşür…
Ben deneyeceğim, sizi bilmem…
husniyekarakoyun@tunceliemek.com.tr
***
Gazetemizi;
Facebook'ta: 
Tunceli EMEK Gazetesi
Twitter'da @TunceliEMEK
internette:

www.tunceliemek.com.tr
adresinden takip edebilirsiniz..

Herkes Kendi Faşistini Tutsaydı...!


Adı Mustafa Korkmalı. 14 yıl önce Tunceli EMEK Gazetesi’ni kurduğumuzda Mustafa Amca ile aynı pasajda karşılıklı işyerlerindeydik. Onun oğluna ait kahvehanesi vardı. İşten arta kalan zamanlarda yardıma gelirdi. Tunceli’de gördüğüm belki de en çalışkan insanlardan biri. 
Tunceli Belediyesi’nde taşeron işçi olarak temizlik hizmetlerinde çalışıyordu. Geçtiğimiz günlerde valiliğin işine son verdiği 52 kişiden biriymiş. Dün yolda karşılaşırken öğreniyorum bu durumu.

Mustafa Korkmalı, ben tanıdığım bu on dört yılda, iddia ediyorum ki herhangi bir örgütle ilişkisi asla olmayacak biri. Çatışmalı sürecin asla tarafı da olmayacak biri. Nitekim biz o pasajdan ayrılıp kendimize ait iki katlı baskı tesislerine taşındıktan sonrada Mustafa ve eşi Elif ile görüşmelerimiz devam etti.
Mustafa Korkmalı’ya bir işi verdiğinizde takip sistemini işletmenize gerek yok. Çünkü kendisi zaten o işi bitirmeden bırakmaz.
İşten çıkarıldığını duyduğumda şaşkınlığımın sınırı yok, şaka gibi. Ne son günlerin gözaltı gerekçesi olan Gülen Cemaati soruşturmasına verilen isimle FETÖ ile işi olur Mustafa Korkmalı’nın ne de çatışmalı sürece, ölüm ve öldürülmüşlüğe taraf olup destek verir. Ama garipliğe bakın ki, işine son verilmiş. Kendilerine bir yazı da tebliğ edilmemiş. Telefonla aramışlar geçtiğimiz günlerde ve “Yarın işe gelmeyin” demişler. Şimdi ne tazminatını alabiliyor ne de İşkur’dan işsizlik maaşı veriliyor kendisine.
Niye atıldığını bilmeden ekmeğiyle oynanmış biri Mustafa Amca.
Evine ekmek götürmenin derdiyle çalışan biri, bir anda olmuş terör örgütü yandaşı.
***
Adı Erdal Karateke. Tunceli’deki 112 Acil Serviste ambulans şoförüydü. O da yayımlanan 675 Sayılı KHK ile işinden atılanlardan.
Karateke, geçmişte Mazgirt’te öğretmen olarak görev yaptığımda kızı öğrencim olduğu için ailecek tanıdığım biri. Nezaketi, beyefendiliğiyle insanın kardeşi kadar içten sevebileceği biri. O da üç çocuğunu en iyi şekilde yetiştirmenin derdindeyken, bir anda terörle ilişkilendirilip ekmeği elinden alınanlardan.
***
Bu ülke zorla ve adeta direterek geçmişte çokça hayali terörist yarattı. 70 yaşındaki kadınları ve erkekleri dahi Tunceli’de yardım yataklıkla suçlayıp yıllarca cezaevlerinde tuttu. Bunlardan biri de Fatma Sevük. Yaşlı kadın 4 gün önce hayatını kaybetti. Sevük 77 yaşında cezaevine girdiğinde Alzeimher hastasıymış kızı Hacere’nin anlattığı kadarıyla. Ölmeden önce de anlık gelen hafızasıyla geçtiğimiz yıl uzun aradan sonra cezası Yargıtay’da onandığı için tekrar hapse giren kızını sayıklarmış.
77 yaşında ve üstelik Alzeimher olan bir anne, en fazla olsa olsa kendi çocuklarına yardım-yataklık eder. Ama devlet ondan bir terör yandaşı yaratmış ve üç yıl zindana kapatmış yaşlı kadını.
Fatma Sevük’ün belki de diretmişliği bundandı. Uzun yaşadı ve bu haksızlık için kendisinden özür diler diye beklemiş olmalı ki, haftasonu 94 yaşında hayata gözlerini yumdu.

***
Son günlerde Avrupa ülkelerinin tavrına bakıp “Aferin” ile takdir edenler de var ne yazık ki...Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Betül Sayan Kaya’nın Hollanda’da yaşadıkları, protesto edenlerin üzerine köpeklerle polisin saldırısını takdir edenler de olmuş (!)
Tunceli’ye gelen Adalet ve Kalkınma Partililerin ziyaretleri haberleştirildiğinde bu ülkenin Başbakanı dahi olsa tahammülsüzlüklerini sosyal medyadan gösterenler oluyor. Yereldeki Ak Partili yöneticilerden kadınlara dahi çirkin küfürlerin sınırı yok.
Avrupa ülkeleri polisli, tazyikli sular ve biber gazlı Türkiye görüntülerine tepki verip demokrasi söylemi geliştirirken hep, Avrupa’nın orta yerinde 2017’de köpekler vatandaşları yerlerde sürükledi.
Literatürümüzden hiç inmeyen ve özellikte Tunceli’de gösterilerde, sokak arası sloganlarında dillendirilen ve hep tepki verilen faşist-faşizm tartışması, Türkiye’yi aştı, Dünya literatürüne girdi. Herkes kendi gerçeğinden kopmuş su sıralar, sürekli faşizm vurgusu yapıyor. Tıpkı biz Tuncelililer gibi. Ana cadde üzerinde polis lojmanına molotof kokteyli atıldı. Hamile kadın pencereden çıkarıldı.
Birahanelerde kadın garson çalıştırılıyor diye Tunceli’de molotoflu saldırılarda bazı kadınlar son anda kurtarıldı.
İnsan yakmaya karşı olan, Sivas’taki Madımak Katliamına her yıl en sert tepkiyi veren bu şehirde.
***
Mustafa Amcaya diyorum ki, senin örgütle ne alakan olabilir ki “Gidip Sayın Vali ile konuş.” “Yok” diyor hocam, “Sonra demesinler geri işe alındıysa demek ki ajandır”
***
Demokrasi narası atılan, faşizmin mezar olacağı sloganlaştırılan Tunceli’nin durumuna bakın hele. Adamın 13 yıllık emeği heba olmuş. Tazminatsız, gerekçesiz işten çıkarılmış. İşsizlere tanınan işsizlik maaşını dahi İşkur vermiyor, 58 yaşındaki adamın kaygısına bakın.
Zaten Tunceli’de normal vatandaş olmak mümkün değil ki. Mutlaka bir tarafsındır ve çoğunlukla aslında bundan da habersizsindir...?
Demem o ki, herkes kendi faşistini hizaya getirsin ya da herkes kendi faşistini tutsun. Yoksa mutluluk haram bize. Herkesin kendi yaptığını en doğru görüp başkasının düşüncesine tahammül edemediği ortamda, kim huzurla yaşayabilir ki?

Gazetemizi www.tunceliemek.com.tr adresi ile
Facebookta: Tunceli EMEK Gazetesi
Twitter'da: @TunceliEMEK
sayfalarından takip edebilirsiniz.
www.tunceliemeke.com.tr adresini ziyaretlerinizde reklamları "TIK"lamayı UNUTMA!

 “Mor Tabutlar”a Bindirilmiş “Nare Kadın”lar 
Öykülerimiz, belki daha dünyaya geldiğimiz anda bizim dışımızda kurgulanıyor ve biz dayatılanı yaşıyoruzdur; kimbilir.

Kundağımızdaki pembe renk, elimize tutuşturulan pembe giysili bebeklerle birleşiyor, sonrasında pembe ağırlıklı gençlik, mor giysilerle sürüp gidiyor hayatımızda.
Kız çocuğunu pembe gibi yumuşak, sakin bir renkle çerçeveleyerek büyüten bu dünyanın, sonumuzu neden morlaştırdığını belki hiçbir zaman çözemeyeceğiz; Kimbilir…!
Tıpkı, erkeğin ta hayatın başında tanışmasına vesile olunan o travmatik; silahlı, arabalı, tanklı-tüfekli-askeri üniformalı giysileriyle ona nasıl bir kötülük ettiğimizi göremeyen bir körlükle…
Kadın hakkı, özgürlük-eşitlik cümleleriyle uyandırdığımızı sandığımız hemcinslerimizin, bazen gencecik yaşında toprağa düşmesinin nedeni mi oluyoruz sorusu üzerinde düşünülmezse, kesik genç kadın başlarının gitar kutusunda taşınmasının, bindiği minibüste önce katledilerek sonra yakılmasının bir parça sorumlusu da olur muyuz? Kimbilir…!
Doğarken dayatılanın, ayrıştırılmanın, renklerle başlayan, mutfak-ütü-çoluk-çocuk bakımıyla şekillendirilen hayatımızı sonra neden eşitlemeye çalıştığımızı anlayabilmeyi umuyorum.
Bedenimiz, fiziksel özelliklerimiz, huyumuz-suyumuz, giydiğimiz, rengimiz, gücümüz farklıyken, herkes gibi olma çabası hem gereksiz hem de yorucu değil mi sizce de?
***
Bahar Kızıl ve Caner Temiz. Bu iki genç yazar, Tunceli Hozatlı. İkisinin de ilk kitapları yayınlandı. Muhtemeldir ki ikisi de aslında birbirini tanımıyor.
Oysa kitapları bir birini tamamlar türden.
İki farklı insanın birbirinden habersiz, adeta yarım kalanı tamamlayan bu kitapları aldığınızda günlerce okumuyorsunuz.
Okumaya hevesiniz varsa, soluksuz ve hemen okunan türden çünkü. Her iki kitaptan okuduklarınızdaki içinizi burkan hüzün, Türkiye ve Dünya gerçeğiyle harmanlanıp Tunceli’ninkiyle karışıyor. Bu yarı ketremsi tatla, okuduklarınızın yansımalarının hayatınıza da etkilerinin izdüşümlerini yaşıyorsunuz.
Çünkü; Bahar Kızıl “Nare Kadın”da genç bir kadının dağın yamacındaki çetin kış koşullarının aylarca hüküm sürdüğü küçük köyde yaşam mücadelesinin ağırlığını köylü kadınların güzelliğine olan hasediyle nasıl daha da ağırlaştırdığını aktarırken, Caner Temiz, kısa kısa ama her sayfada onlarca dakika üzerinde düşünmeye sevk eden satırarasında geçiştirilen mor tabutlarda taşınan kadın bedenlerini seriyor önünüze…Belki yazılan bu cümleler, gelecekte başka ölümleri durdurur diye…
Bu iki genç yazar, halk deyimiyle bir solukta okunan “Mor Tabutlar” ve “Nare Kadın” ile hem kadınsal yaşamımıza hem de ruh dünyamıza dokunmak istedi belki; Kimbilir…!
Ancak yanıtını belki asla bilemeyeceğimiz, “kimbilir”lere yükleyip bizi hep sızlatan bir soru var ki, sorarken dahi burulduğumuz, o da; “Kadına hakkını öğretmek mi, erkeği kadın hakkına saygıyı öğreterek yetiştirmek mi hemcinslerimize katkı sunar” sorusudur.
Gerçekte hangisi daha etkin çözüm olur acaba; “Mor Tabutlar”da “Nare Kadın”ların taşınmasının önüne geçmekte.
Hüsniye KARAKOYUN
Tunceli EMEK Gazetesi
husniyekarakoyun@tunceliemek.com.tr
Gazetemizi www.tunceliemek.com.tr adresi ile
Facebookta: Tunceli EMEK Gazetesi
Twitter'da: @TunceliEMEK
sayfalarından takip edebilirsiniz.
www.tunceliemeke.com.tr adresini ziyaretlerinizde reklamları "TIK"lamayı UNUTMA!

17 Eylül 2016 Cumartesi

Bayram; bari adına yaraşır gelseydin…!

Hüsniye KARAKOYUN Yazdı

Öyle zor ki savaşın çocuğu olmak. Sanki bir yanın eksik dolanmak gibi koca bir boşlukta. İyi cümlelerin yok mesela. Çalınmış gibi tüm umutlar. Dön ne olur, dön. Aldıklarını geri getir, yitip gidenleri sun artık.

Biliyorum ne geçmişe serzeniş, ne geleceğe umut besleyebiliyoruz.

Bayramlar bu nedenle buruk bir sevda gibi kokuyor. Acılar yumağında, avuç içini ısıtıyor kapatıp yüzümüze, görülür kaygısıyla akıttığımız gözyaşlarımız.

Onlarca bayramı olan ülkede, peki neden gülemiyoruz? Bayram sözcüğü yoksa bizim anladığımız, bize anlatılan kavramın zıddına verilen ad mıydı?

Şimdi ben sorular sorsam ve sevmediğim keşkeler dizilirken yamacıma, biri cevaplasa.
Vardır mutlak yanıtları. Vardır bir bileni, anlatmıyor herhal. Cevapsız kalışımız, çaresizlikle dolaşmamız bundandır.

Bir dersi olmalı öyle değil mi, yapılanın, yaşatılanın…savaşın çocuklarının ondan çıkardığı ders sevgi, insanlık, yüceltilmişlik, eşitlik, hak-hukuk-adalet olur mu ki?

Olsa olsa buza kesmiş bir beden, hissiz bir ruh, insanlığı çöpe atıp kendi yaralarının kabuk bağlamasına dahi imkan tanımayan bir yürek bağışlar…

Etrafta patlayan bombalar, ölümler, gözaltı, tutuklama, görevden almalar…
Sanki herkesin acısı ötekine karışmış…

Kim ne yaptı, yaptı mı, yapan ile yapmayan ayıklandı mı…?

Sorular sorulara ekleniyor. Bayram silikleşiyor, yerinde koca bir boşluk oluşuyor ve mutsuzluk işi umudunu kaybetmeye dek vardırıyor.

Tüm bu zamanlarda kabuğuma çekiliyorum. Sözcükleri birinin tekelinden almakken niyetim ve EMEK sırf bu yüzdenken adı gazetemin, uğrunda başka hırpalanmışlıklar yaşamaya inat sürdürmüşken, içimde yaşananlara bakarak biriktirdiğim acılarımı sağaltmak için kitap okumaya sığınıyorum.

Acımı, gördüklerimin ağırlığını bir yazarak bir okuyarak hafifletebiliyorum çünkü.
Her bitirdiğim kitap sonrası, ya da iyi bir cümleden sonra gözlerimi kapatıyorum. Okuduklarımı hazmetme isteği bu. Yemeği damağında gezdirip, tadı beyinden başlayarak tüm hücrelerime yayma çabam da sıklıkla olur.

İşte adı bayram olsa da; ben, biz, siz, belki büyük çoğunluk ya da bu da bir yanılsama (yoksa büyük yoğunluk karşı çıkardı da savaş dururdu, insanlar ölmezdi, sağdan, soldan, asker, polis, dağda, kentlerde) otuz küsur yıldır bitsin dileklerimizi acılarımıza sarıp gül köklerine gömüyoruz, bitiversin diye.

Sonra; çarpık, çurpuk, tamda bu sırada akan gözyaşlarımız titretirken elimizi, gözyaşlarımız damlayıp bozarken yazıyı, “BARIŞ” diyoruz.
Barış, barışalım, barışın…

Siz de yorulmadınız mı ey ahali? Yalnız bir kaç insan mı bu isteği feryada dönüştürdü ben gibi…

BARIŞ…

Çığlığı beden duvarlarımıza çarpıp, yitip giden bir sessizlik eşliğinde dökülüyor, geçmiş ta çocukluğumuza dayanan.

         Hüsniye KARAKOYUN/husniyekarakoyun@tunceliemek.com.tr